Türkiye, yüzyıl öncesine göre iç dinamikleri bakımından daha zayıf, dış dinamikleri bakımındansa daha güçlü konumdadır. Bu durum, Türkiye’nin bıçak sırtı bir konumda olduğunu gösterir: İç dinamikleri çöken bir toplumun dışarıda büyük adımlar atması olmayacak duaya âmin demesi gibi bir şeydir.
Fakat bu, madalyonun görünen yüzü. Bir de görünmeyen yüzü var madalyonun. Peki, madalyonun görünmeyen yüzünde ne var umutlanmamızı sağlayacak?
YÜZYIL ÖNCE BİLE OSMANLI DÜNYANIN DENGE UNSURUYDU
Yüzyıl önce, dünyanın denge unsuruydu Osmanlı Türkiyesi. Çöküş asrında bile dünyanın stratejik açıdan en güçlü ülkesiydi. Mevzisini koruduğu sürece düvel-i muazzama’nın (İngiltere, Rusya, Almanya, Fransa ve İtalya gibi dönemin “süper güçler”inin) adeta bıçak sırtı bir görünüm arzeden devletler muvazenesi’nde (“dünya düzeni’nde) dünyanın dengesini koruyan yegâne güçtü.
Osmanlı Türkiyesi, üstelik de çöküş asrında, bu gücünü neye borçluydu?
Sistem-kurucu bir ülke olmasına. Bir medeniyet iddiası olan bir aks / eksen ülke olmasına. O yüzden aksiyon üretebiliyor, dünyada barış, düzen ve emniyeti temin edecek ve teminat altına alacak adımlar atabiliyordu.
İki tür sistem-kurucu aktör’den sözedebiliriz: Emperyalist olan, gücünü maddî büyüme’sinden alan, bir de emperyalist olmayan ve gücünü manevî ilkelerinin muhkemliğinden alan sistem-kurucu aktörler.
Birincisine, Sanayi Devrimi’nin mimarı İngiliz İmparatorluğu’nu; ikincisine ise, Dârü’l-İslâm, Dârü’s-Selâm ve Dârü’l-İnsan’ın kurucusu, yeryüzünde adalet, hukuk ve sulhün teminat altına alınmasını sağlayan Osmanlı medeniyetini örnek verebiliriz.
OSMANLI, EKSEN-ÜLKE VE SİSTEM-KURUCU AKTÖRDÜ
Eksen-ülke olmak, iddia sahibi olmak demek. Sistem-kurucu bir ülke olmak demek. Dünyaya nizam verecek bir konumda bulunmak demek.
Osmanlı Türkiyesi, nizâm-ı âlem ve ilâ-yı kelîmetullâh ilkeleri ile küre ölçeğinde bir medeniyet iddiasının sahibi, küresel çapta sistem-kurucu bir dünya gücüydü.
Yüzyıl önce, Türkiye, sistem-kurucu rolünü hâlâ koruyabildiği için dünyada barış, düzen ve emniyetin temin edilmesi ve teminat altına alınmasında kilit ülke konumundaydı.
Osmanlı Türkiyesi, bu rolünü kaybetmeye başladığında, dünya büyük belirsizliğe, cehennemin eşiğine sürüklendi: Osmanlı tarihten uzaklaştırıldı; dünya ruhsuz çatışmalar, kanlı boğuşmalar ve dur durak bilmeyen hesaplaşmalar arenasına dönüştü.
Sistem-kurucu Osmanlı gitti, Osmanlı’nın kurduğu ve temsil ettiği ruh da çekildi dünyadan ve dünya tastamam cehennemin eşiğine sürüklendi.
OSMANLI DURDURULDU, DÜNYANIN DENGESİ BOZULDU
Osmanlı durdurulunca, dünyanın dengesi bozuldu ve dünya tarihi durdu.
Batılılar, küresel hâkimiyetlerinin önündeki en büyük engeli ortadan kaldırdılar ama başlarına da büyük bir yük aldılar: Osmanlı’dan boşalan yükü taşımak zorunluluğu.
Osmanlı’nın küresel barış, düzen ve emniyetin temin edilmesini ve teminat altına alınmasını sağlayan nizâm-ı âlem ve ilâ-yı kelîmetullâh ilkeleri üzerine bina ettiği sistem-kurucu küresel yükümlülüğü üstlenmelerini ve bihakkın yerine getirmelerini sağlayabilecek, aynı çapta, kalibrede ve ruhta bir medeniyet iddiaları var mıydı?
Bu soru, çok hayatî ve kaliteli bir soru. Dünyanın geleceği, bu sorunun sorulabilmesine ve cevabının verilebilmesine bağlı. Bu sorunun cevabını, dünya ölçeğinde nizâm-ı âlem ve ilâ-yı kelîmetullâh ilkeleri üzerinden sistem kuracak, yeryüzünde yeniden adalet, merhamet ve sulhü tesis edecek; dışlayıcı (exclusivist) değil kucaklayıcı (inclusivist) güçlü bir aktörün dünyanın yükünü yüklenme yükümlülüğünü üstlenecek; Osmanlı ruhuyla kuşanan insan-yüzlü, adalet ve merhamet timsali ülke verebilir. Sistem-kurucu, sistemi konumlandırıcı ve koruyucu değerlere, ilkelere sahip bir eksen-ülke.
OSMANLI VE İNGİLİZ GÜCÜNÜN MUKAYESESİ
Türkiye, iki asır önce yönünü, bir asır önce de sistem-kurucu yörüngesini yitirdiği için dünya barışını kalıcı olarak koruyacak güce ve konuma tam olarak sahip olamamıştı. Türkiye düvel-i muazzama’nın topyekûn saldırısı sonucunda tuzağa düşürülerek girdiği Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda tarihten çekildi.
Osmanlı Türkiyesi’nin sistem-kurucu rolünü üstlenebilecek eksen-ülkeler, Osmanlı varken de yoktu, Osmanlı yok olduktan sonra da var olamadı.
Osmanlı varken, İngiltere vardı; Sanayi Devrimi’nin motor ülkesi İngiliz İmparatorluğu emperyalist, sömürgeci, maddî / niceliksel güce dayalı bir eksen-ülkeydi sadece.
Osmanlı ise, ahlâk, adalet, merhamet, hukuk ve hakkaniyet gibi yüksek insanlık değerlerinden oluşan adına bizzat kendisinin nizâm-ı âlem ve ilâ-yı kelîmetullâh dediği ilkelerle inşa edilen manevî / niteliksel bir güce sahip bir eksen-ülkeydi; dünyaya diriltici ruh üfleyici sistem-kurucu bir ülke.
İngiltere, dünyanın kaynaklarını yağmalamıştı: Sanayi Devrimi’nin bir çıktısıydı bu.
Osmanlı, dünyaya adalet dağıtmış, merhamet elini uzatmıştı: Osmanlı’nın varlık sebebini oluşturan nizâm-ı âlem ve ilâ-yı kelîmetullâh ilkelerinin leziz bir neticesiydi bu da.
Osmanlı, Sanayi Devrimi çağında, emperyalizm çağında, emperyalist ülke olmamıştı, olamazdı. Bunun nedeni neydi? Osmanlı’nın kapitalizm’e direnmesiydi. Kapitalizme direnecek kadar adalet, hakkaniyet ve merhamet gibi yüksek insanlık değerlerini hayata ve harekete geçiren nizam-ı âlem ve i’lâ’yı kelimetullah fikrine sahip olmasıydı.
O yüzden şunu söylemiştim: Osmanlı kapitalizme direndiği için bilffiil / bedenen çöktü. Osmanlı kapitalizme direndiği için bilkuvve / ruhen yaşıyor…
Emperyalistlerin dünyayı cehenneme çevirdikleri, dünyanın kanını emdikleri bir zaman diliminde böylesine yüksek / manevî kültürel değerler üzerine inşa edilen ruhunu yitirmemek için kapitalizme teslim olmayan dünyanın tek gücü yüksek insanlık değerlerine sahip manevî güce dayanan Osmanlı’ydı.
Osmanlı gitti, ama ruhu yaşıyor, keşfedilmeyi ve yeni bir düzleme taşınmayı bekliyor…
Batı’nın kâbusu bu: Biz gelince, onlar gidecekler.
Biz iyi hazırlanırsak, geçmişte olduğundan çok daha güçlü gelebiliriz. Bizim dışımızdaki bütün dünyaları yok ettiler. Biz direniyoruz. Diriliş de bizim üzerimizden gerçekleşecek inşallah bir kez daha…
Facebook Yorum
Yorum Yazın