Sosyal medya, özgürlük alanlarımızı genişleten bir mecra olarak da görülebilir, bir ülkenin bağımsızlığını tehdit eden bir aparat olarak da.
Başka bir ifadeyle, sosyal medya hem özgürlük imkânı hem de özgürlükleri yok eden bir silah, savaş mahalli.
Hangisi peki?
İkisi de.
Evet, ikisi de, doğru.
Soru şu: Hangisi daha doğru? Hangisi sosyal medyanın dilini ve doğasını daha iyi tanımlar acaba?
Sosyal medya, zihin setlerimizi, zihnimizin işleyiş biçimlerini ve davranış kalıplarımızı değiştiriyor. Sosyal medyanın epistemolojisini, fenomenolojisini ve ontolojisini konuşmalıyız o yüzden. Enlemesine ve boylamasına, bütün boyutlarıyla, görünür görünmez bütün yanlarıyla, bütün yüzleriyle, derinlemesine konuşmalıyız sosyal medyayı.
Bir sosyal medya felsefesi yapmalıyız yani.
SOSYAL MEDYANIN EPİSTEMOLOJİSİ: DÜŞÜNEN İNSAN’DAN TEPKİ VEREN İNSAN’A…
Geriden, koltuğunuza yaslanmış, yazdıklarımı okurken, pencereden dışarı bakıp acı acı gülüyorsunuz belki de. Sosyal medyanın felsefesini yapmak? Hmmm!
Hayatımız o kadar sığlaşti ki, sosyal medyanın kafesine o kadar hapsoldu ki, sosyal medyanın baştançıkarıcı söylemsel şiddetinin pornografisinin ayartısına kendisini öylesine kaptırdı, öylesine esir etti ki bizi, düşünme melekelerimiz buharlaştı, ne olup bittiğini anlayamaz olduk; dahası ne olup bittiğini anlamak gibi bir derdimiz, sorunumuz da kalmadı. Otomatlara, ruhsuz robotlara dönüştük adeta!
Tek derdimiz var: Sosyal medyanın gönüllü savaşçıları olarak önümüze gelene saldırmak. “Bizim etiket”e destek vermek, karşı tarafın etiketine girip hakaret etmek -önüne gelene hem de.
Yani sosyal medyanın epistemolojisi, insanın idrak, anlama ve kavrama meleklerini iptal etmesi, düşünme yetilerini öldürmesi, sadece biyolojik bir varlık olarak tepki verme güdülerini beslemesi, kışkırtması. Düşünen insan’ın yerini körkütük, bilinçsizce, saplantılı bir şekilde tepki veren insanın alması: Episteme’in yerine “doxa”nın yerleşmesi. Episteme, Grekçe’de anlama, bilme, idrak etme, dolayısıyla düşünme demek. Doxa ise kanaat, tepki.
Özetle, epistemolojik olarak sosyal medya, düşünme meleklerimizi iptal ediyor, bizi beyni buharlaşan tepki veren yaratıklar derekesine indirgiyor.
SOSYAL MEDYANIN FENOMENOLOJİSİ: ÖZGÜRLÜK TUTSAKLIĞI
Fenomenolojik olaraksa, sosyal medya, herkesin olduğu, konuşabildiği yerdir; hem de dünyaya. Herkes ses verebiliyor, sesini yükseltebiliyor hem de her konuda ve de küre çapında. Coğrafya bitti artık: Sanal coğrafya’nın zamanı da, mekânı da sınırsız ve kontrol edilemez.
İlk bakışta, bireyler için özgürleştirici bir durummuş gibi gözükebilir bu ama değil. Özgürlük tutsaklığı bu aslında.
Bunu daha iyi görebilmek için sosyal medyanın ontolojisine bakmamız gerekiyor…
SOSYAL MEDYANIN ONTOLOJİSİ: ÖZGÜRLÜĞÜN KARİKATÜRLEŞMESİ
Sonuçta hiç bir işe yaramayan, karşılığı olmayan, ama insanın egosunu da acayip şişirten, ismini gizleyerek ona buna saldırmasına imkân tanıyan, sıradan insanları sahte küçük tanrıcıklar konumuna yükselterek ayartan ve özgürlüğü karikatürleştiren bir mecra sosyal medya.
Ontolojik olarak sosyal medya, gerçeğin değil şüphenin, kırılganın, imajın, algının, sahtenin, geçici olanın hükümran olduğu sanal bir dünya sunuyor bize.
Paul Virilio’nun “meta-jeofizik” olarak adlandırdığı, zamanı da, mekânı da izafileştiren, kendine özgü bir zaman ve mekân gerçekliği üreten, akışkan’ın, melez’in, ayartının ve algının kural, sosyal medyanın kral olduğu bir dünya.
Sahte ama gerçekten daha gerçek katına yükselen ayartıcı bir dünya!
Deleuze haklı kesinlikle: Sadece yatay bir dünya var. Yatay dünyaya, yani yüzeye, kabuğa, bedene hapsolmuş, ruhunu yitirmiş, kontrolü makinalara, tuşlara kaptırmış, sadece ayartılarak yaşayan bir insan var.
Deleuze’ün yanıldığı noktaysa, dikey dünyanın, hiyerarşilerin yok olduğunu söyleyebilmiş olması!
Bir avuç şirket, bu yatay dünyayı, bu yatay dünyaya hapsolan, ayartılarak yaşayan, ayartılmayı özgürlük sanan insan-kukla-robotlar’ı nasıl da parmağında oynatıyor!
Sosyal medya tam da bu noktada hem felsefî olarak bir özgürlük sorunu hem de siyasī olarak millî güvenlik meselesi hâline geliyor.
Yangınlar, yüreğimizi yaktı, canevimizden vurdu, perperişan etti bizi. THK’nın sorumsuz sorumluluğunu ve varlığını sorgulamamıza yol açtı aynı zamanda.
Ama asıl büyük sorun, sosyal medyanın hükümeti devirme aracı olarak kullanılması ve yalan haberlerle, görüntülerle, Şahan Gökbakar’ın bağıra bağıra anlattığı gibi provokatörlerle ülkemize kastetme aracına dönüşmesi oldu.
Sosyal medyanın neden ve nasıl bir millî güvenlik meselesine dönüştüğünü sonraki yazıda göstermeye çalışacağım.
Facebook Yorum
Yorum Yazın