Yüreğimizi ağzımıza getiren 6.2’lik İstanbul Depremi, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un ifadesiyle “Milli Güvenlik Sorunu”nu yeniden gündeme getirdi.
Büyük depremler oldukça bu sorunu hatırlıyor, bir iki hafta hadi bilemediniz bir iki ay sonra gündemin tozu dumanı arasında unutuyoruz.
Tembel ve konforlu “yayımcılığa” alışmış medyamız da, böyle zamanlarda “Bu deprem başka depremleri tetikler mi?” klâsik sorusu etrafında dönüp dolaşıyor…
Ekranlardaki popüler depremcilerin “ego” yarıştırma hallerini ve "kanaat önderi" etiketli sabitlenmiş “herçokolog”ların işi magazine döken cıvık pozlarını izleyip duruyor vatandaş…
*
Söylenenler içinde sadra şifa bir şey bulabilirseniz ne alâ…
Şehirlerimizi “kentleştiren”, “betona boğan”, en fazla otuz sene sonra “eski bina” pozisyonuna düşecek olan “dikine dikine beton binalarla” doldurmaktan öte bir teklif de yok.
Mevzuatın günün ihtiyaçlarına göre sürekli olarak değiştirildiği ve yepisyeni konutların depreme mukavemet bakımından “güvenli” olduğu söyleniyor ama yeni, ne zamana kadar yeni?
Marmara Depremi’nin ardından çıkarılan mevzuatın ürünü binalar, çoktan “eski” hükmüne girdi.
Onlar artık “eski” mevzuata göre yapılmış binalar.
Bugün değilse bile, bir on sene sonra “iyice güvenilmez” ilân edilecekler.
Hadi bakalım onların yerine de yenileri…
Bir süre sonra bugünkü yenilerin yerine de yenileri!..
Yaşasın, “Betonizm”!
Yaşasın çok katlı “siteler!”
Önümüzde Koca İstanbul’un ve aslında deprem kuşağında yer alan bütün ülkenin “yeniden inşa edilmesi” gibi yaman bir süreç var.
Bu zorlu süreçte en büyük güvencemizin Sayın Erdoğan gibi bir Büyük Lider olduğu söyleniyor.
İktidar önde gelenleri, CHP zihniyetinin kentsel dönüşüm çabalarını sabote ettiğinin, güzel olan her şeye karşı çıktığının altını çizerken…
Kafalarda “Ya günün birinde bu iktidar olmazsa, bütün çabalar boşa mı gidecek?” sorusu yer ediyor.
Türkiye gibi, sistemin değil de kişilerin öne çıktığı ülkelerin kronik sıkıntısı.
“Milli Güvenlik Sorunu” olarak nitelendirilen konularda bile “iktidarlar değişse de değişmeyecek” politikalarımız yok.
Böyle olduğunu söyleyenler de ülkeyi yönetenler ve dahası yönetmeye talip olanlar.
İktidar ve Ana Muhalefet, birbirlerini “ülkeyi felâkete sürüklemekle” ya da “sürüklemeye niyetli olmakla” suçluyor.
Bu iki büyük kanat dışında yer alan partiler de, hem iktidarı hem de ana muhalefeti hiçbir sorunu çözemeyen, aksine bütün sorunları büyüten, büyücek adresler olarak gösteriyor.
Ne var ki bu partilerden herhangi birinin iktidara gelebileceğine ya da iktidara gelse bile sorunları çözebileceğine dair inanç son derece düşük düzeyde.
Bir memlekette sistem olmayınca “ümitsizlik” genel ruh hali oluyor.
Bende de böyle bir ruh hali var ne yazık ki...
En küçük meselelerin bile çözüme kavuşturulamadığını ya da kavuşturulmadığını gördükçe, inancımız yasakladığı bu ruh haline bürünüyorum.
Sonra da, titreyip kendime gelmeye çalışıyor ve “İnancımız ümitsizliği yasaklıyor! Mutlaka ama mutlaka bir çıkış yolu vardır!” diyorum.
“En azından söyleyebildiklerimi söyleyeyim, en azından görevimi yerine getirmeye çalışmanın huzuruna ereyim” diyorum.
Mesela bakın, küçük bir mesele…
Yöneticilerimiz çözsün çözebilirlerse:
İstanbul’da bazı büyük semt pazarları var biliyorsunuz.
İki çarpıcı örnek; Haseki, Fındıkzade taraflarındaki Cuma Pazarı ile Fatih Camii’nin dibindeki Çarşamba Pazarı.
Ben ikisini de iyi bilirim.
Çocukluğum Haseki’de geçti.
Orayı çok daha iyi bilirim.
Oralarda kurulan pazarlarda, bilhassa da Cuma Pazarı’nda her hafta yüzbinlerce vatandaşımız ağırlanır.
Birbirine yapıştırılmış, bir nefes arası bile bırakmamış binaların arasında, dar sokakların iki yanlarında tezgâhlar vardır.
En meşhur markaların en hakikiye yakın çakmaları Cuma Pazarı’nda satılır.
Çoraptan iç çamaşırına kadar yüzlerce giyecek çeşidi sergilenir.
Bazı sokaklarda sebze meyve satıcıları, çoğunda ise giyim- kuşamcılar yoğunlaşmıştır.
Oralardan alış veriş yapmak isterseniz, vücut temaslarına katlanmaya mecbursunuzdur; hele öğleden sonra, iğne atsan yere düşmez bir durum vardır tezgâhların ortasındaki dar koridorlarda.
Cuma Pazarı’nın etrafındaki sokakların başları, iki sıra otomobillerle, kamyonetlerle kapatılmıştır.
Oraya sabahleyin arabasını bırakan, ihtiyaç olduğunda nasıl çıkabilir bir türlü aklım ermez.
Tam mânâsıyla kilitlenmiştir bölge.
Böyle bir ortam düşünün…
Ve Cuma Pazarı’nda insanlar kum gibi alışveriş telâşındayken…
Etraftaki bütün sokaklar kapalıyken…
Pazarın dar sokakları iki kanattan yapışık, eski, büyük bir bölümü çok eski “beton” binalarla çevriliyken…
Allah korusun, yıkımından kıl yapı kurtulduğumuz “güncel” depremden bir tık büyüğünün meydana geldiğini düşünün…
Aman Ya Rabbim, ne büyük facia olur.
Aman Ya Rabbim, binalar nerelere çöker…
Aman Ya Rabbim, insanlar nasıl birbirlerini ezer.
Aman Ya Rabbim, yardım ekipleri, araçları; ambulanslar, itfaiyeler kapalı sokakları aşıp da oralara nasıl girer?
*
İşte size “küçük” bir mesele!
Tehlikenin büyüğü sokakları daha dar olan Cuma Pazarı’nda ama, Çarşamba Pazarı da Allah korusun öyle bir yıkımda büyük kayıpların mekânı olur.
Şimdi…
Bizim yetkililer bu “küçük” tehlikeyi görebilir mi, görüp harekete geçebilir mi?
O “sokak içi” pazarları, “yakındaki güvenli, müstakil alanlara” taşıyabilir mi?
Dahası öyle alanlar var mı?!
*
Yok, hayır.
İddia ediyorum; bu karmaşa, bu tehlike, bu tehdit öyle devam edecektir…
Kimse görmeyecek ve üzerinde durmayacaktır.
Ne Merkezi İdare, ne İstanbul Belediyesi ne de Fatih Belediyesi…
*
Bu “deprem ile mücadele” konusunda “devrim” niteliğinde adımların atılması gerekiyor.
Bırakınız bunların yapılmasını; bu “semt pazarı” tehdidini bile ortadan kaldıracak bir adım atılmaz bence.
*
Yok yapılmaz.
Vatandaşın da böyle bir talebi olmaz.
Bırakın başka yerleri, o pazarların etrafında yaşayanlar bile ayağa kalkar…
Bunu tecrübe ettim aslında…
Oralardaki bazı tanıdıklara söyledim; “Ayağımızın dibindeki pazarı kaldırıp başka yere alırlarsa asla oy vermeyiz! Ölümse her yerde, icat çıkartma sen de!” diye karşılık verdiler!
Benim gündemimde, “pazarların güvenli yerlere taşınmasından” çok daha büyük projeler var.
Zaman zaman kaleme aldığım “Kırsal Dönüşüm” hamleleri var.
“Geleneksel mimari” hamleleri var…
Var da…
“Türkiye tipi demokrasi”nin olmazsa olmazları ümidimi kırıyor ve beni “suskunluk sarmalına” itiyor.
*
Böyle bir köşede düşünürken…
Merhume Alev Alatlı’nın bu yazıyı bitirecek şu cümlesi “ümit kırıklığımı” iyice derinleştiriyor:
“Kentler siyasetin yapılaşmış halleridirler, egemen güçlerin heva ve hevesleri doğrultusunda şekillenirler.”
Facebook Yorum
Yorum Yazın