Üstad Sezai Karakoç, ruhunu yitiren bir dünyaya ruhu hatırlattı, ruhu terennüm etti, ruhun şarkılarını besteledi; ruhun terennümleri Sezai Karakoç’ta diriltici şarkılara dönüştü.
Bunu hayatının her alanında görmek mümkündü.
Bir düşünür, bir sanatçı, bir estet, bir tarih felsefecisi ve bir ahlâk anıtı olarak Sezai Karakoç, insanımızın, coğrafyamızın makus talihini yenmesi, diriltici bir ruhla yeniden toparlanıp kendine gelmesi ve insanlığın içine sürüklendiği ontolojik yok oluş felâketinden kurtulabilmesi için ne yapılması, ne tür bir duruş geliştirilmesi ve nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini gösteren ruh dolu kanatlandırıcı bir yol haritası sundu bize.
Düşünür kişiliğiyle fikir hayatımızı köklerine kavuşturdu, çıtayı en yükseklere kurdu, göklere ayarladı.
Ahlâk anıtı şahsiyetiyle davranış ve zihin setlerimizi gürül gürül akan vahiy kaynağına irtibatladı.
Sanatçı kimliğiyle genelde sanat, özelde ise şiir hayatımızı canlandıracak, muhkem bir şekilde rayına oturtarak asıl ve asil kaynağına kavuşturacak köklü, ilâhî kaynağa sarsılmaz bir şekilde zapt u rapt eyledi.
Sezai Karakoç’un fikriyatı ilk kez MTO (Medeniyet Tasavvuru Okulu) ile “kitlesel” bir ilgiye kavuştu, diriliş nesli MTO’nun öncü kuşağı ile ete kemiğe büründü, varoluş nesli’ne dönüşmeye başladı.
İNANIŞ’TA, DÜŞÜNÜŞ’TE VE DUYUŞ’TA DURUŞU ÖĞRETTİ BİZE
Vahyin ışığı Nebevî soluğu, içinde ve dışında, kendi iç dünyasında ve hayatında iliklerine kadar hisseden ve yaşayan biriydi Sezai Karakoç.
İnsanlığın yok oluşunu iliklerine kadar, hücrelerine kadar hissetti, çıkış yolunu gösterdi sarsıcı ama sarıp sarmalayıcı bir dille.
Yaratıcı ve Hakikat fikrinin yitirildiği postmodern bir dünyada, herkesin fenâ hâlde savrulduğu bir ortamda, o, dimdik durdu, sâbitelerini özene bezene korudu, “sebbit akdâmenâ” esprisini, emr-i ilâhîsini rehber edindi, iliklerine kadar yaşadı, bu açıdan bize dimdik durmayı, esen rüzgârların önünde savrulmamayı öğretti.
Sezai Karakoç, halk içinde Hak içre yaşayan bir insandı.
Bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, bu dünyayı aşma kaygısıyla nefes alıp veren bir düşünürdü.
Yalnızdı.
Yalnızlığın aşkınlığı, aşkınlığın yalnızlığıydı yalnız’lığı.
Nietzsche de yalnızdı.
Fakat ikisinin yalnızlıkları çok farklıydı: Nietzsche, bu dünyada terk edilen biriydi. Sezai Karakoç ise bu dünyayı terk eden biri.
Fenâ makamı, bekâ makamı ve cem makamı; Sezai Karakoç’un hayatında, sanatında ve ahlakında ete kemiğe büründü.
TÜRKÇE’Yİ YENİDEN MÜSLÜMANLAŞTIRDI
Üstad Sezai Karakoç, medeniyet’in vahiy’le ilişkisini muhkem bir şekilde kurarak diğer medeniyetlere de uyarlanabilecek, diğer medeniyetleri de açıklayabilecek ölçekte bir medeniyet fikri geliştirdi.
“Medeniyet” kelimesi Sezai Karakoç ile kavrama dönüştü, gerçek anlamını ve kıvamını buldu ilk kez.
Medeniyet’in vahiyden beslendiğini ve vahiyden koptuğu zaman hakikatten koptuğunu gösterdi.
İlk defa Sezai Karakoç’la birlikte “Doğu-Batı” ayrımı yıkıldı. İslâm, Doğu ve Batı’dan oluşan üç temel medeniyet tipi ve morfolojisi geliştirildi.
Bütün bu çok katmanlı, çok yönlü çabalarının neticesinde Türkçe’yi Müslümanlaştırdı yeniden tıpkı Ahmet Yesevî’lerin, Yûnus’ların yaptığı gibi, Müslüman Türkçe’yi kurdu...
Kur’ân’ın diliyle zenginleştirdi...
Türkçe, Müslümanca düşünmenin vasatı ve vasıtası imkânına Sezai Karakoç’la yeniden kavuştu.
Sezai Karakoç, Müslümanca düşünme melekelerimizi yeşertti. İslâm düşüncesini “çağdaşlaştırdı”; çağa taşıdı. Çağı, dünyayı ve kendi dünyamızı İslâmî kavramlarla nasıl anlayabileceğimizi gözler önüne serdi.
Sezai Karakoç, yazıdaki, söyleyişteki asil üslûbunu ve duruşunu Kur’ân-ı Kerîm’in sarsıcı ve sarmalayıcılığından, Resulullah’ın aslâ dünyaya, güce boyun eğmeyen ama varlığa rahmet nazarıyla bakan ötelere ayarlı bakışından ve ahlâkından almıştı. Vesselâm.
Facebook Yorum
Yorum Yazın