Türkiye’nin sorunları günübirlik sorunlar değil, asırlık sorunlar. O yüzden gelecek 50 yıla, 100 yıla ve ötesine bakarak konuşuyorum: Türklerin “endülüsleşme” (tarihten silinme) tehlikesi, ilk defa gerçeğe dönüşebilir görünüyor.
Fiilen bir “endülüsleşme” tecrübesi yaşamadık ama zihnen bir “endülüsleşme” tecrübesi yaşıyoruz iki asırdır…
Çocuklarını kaybeden bir toplum, intiharın eşiğine sürükleniyor demektir: Kökleri kuruyan, ruh köklerini, aidiyet bilincini, medeniyet kimliğini ve yörüngesini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan bir toplumun çocukları, intihar etmiyor da ne yapıyordur ki?
Bizim iki asırlık modernleşme tarihimizin ilk yüzyılı kendimizden şüphe tarihidir, ikinci yüzyılı ise kendimizi inkâr tarihi. Bütün kendini inkâr çabalarının kültürel intiharla sonuçlanacağını söylemiştim.
Türkiye, “endülüsleşme” tehlikesini görerek, bu tehlikeyi bertaraf edebilecek mi? Türkiye’nin “kader seçimi” olarak adlandırılan seçimler dolayısıyla izini sürdüğüm soru bu, birkaç haftadır: Yapmak istediğim şey, günü kurtaracak cümleler kurmak yerine, geleceği’mizi kuracak kalıcı, köklü, uzun soluklu önerilerde bulunmak.
Türkiye’nin, hem “endülüsleşme” tehlikesini bertaraf edecek hem de geleceğe emin adımlarla yürümesini sağlayabilecek bir yol haritası var mı, olabilecek mi?
TARİH-DIŞI’NA İTİLDİK…
Tarih yapan bir toplumuz biz. Dünya tarihini yapan, dünya tarihine yön veren dünya-tarihsel atılımlar gerçekleştirmiş ender toplumlardan biriyiz.
Ama artık değil. Artık tarih’te değiliz, tarih dışında’yız, tarih dışına itilmiş durumdayız. Çağ dışındayız ve çağ dışıyız: Tarihi yapamazsanız, tarih dışına sürüklenir, tarihte yalpalamaya başlarsınız… Yalpalaya yalpalaya yaşanmaz. Yalpalamanın sonu, yok olmakla sonuçlanacaktır.
İki asır önce, Tanzimat’la birlikte, Türkiye durduruldu.
Süreç öylesine yıkıcı oldu ki, Türkiye, kim olduğunu unuttu.
Türkiye, kendi tarihini yapmıyor. Tarih yapmıyor. Tarihi yapan Batılılar. Dünya tarihini hem de. Türkiye, Batılıların yaptığı tarihte figüranlık yapıyor.
Buraya nasıl geldiğimizi görebilmemiz için temellere inmemiz, kazı yapmamız lazım.
BATI UYGARLIĞI “NESEB”E, İSLÂM MEDENİYETİ “EDEB”E DAYANIR
Batı uygarlığı “neseb”e dayanır. İslâm medeniyeti ise “edeb”e. Batı uygarlığı ırk eksenli’dir, dünyaya b’akar ve türdeşler, çatışmalar üretir sadece.
İslâm medeniyeti, hakikat eksenli’dir, ukba’ya, öte›ye, ötelerin ötesi›ne b’akar ve kardeş’lik’ler, selam yurdu inşa eder.
Nesebe dayanan Batı uygarlığının temelleri ve hedefleri nicelikseldir: Her alanda ve her yerde hâkimiyet kurmak. Her alanda ve her şeyin hâkimi ve efendisi olmak…
Edeb, kişinin Yaratıcı karşısındaki konumunu bilmesidir. Bu dünyada da haddini bilerek hareket etmesi ve hayatını o şekilde idame ettirmesi. O yüzden edebe dayanan İslâm medeniyetinin temelleri ve hedefleri nitelikseldir: Her alanda, her yerde ve her ân, hakikatin izini sürmek, herkesin insanca ve kendince, kendi inançları, değerleri doğrultusunda yaşayabileceği bir dünya inşa etmek…
İşte Osmanlı, bu çerçevede yaşanan İslâm medeniyeti tarihinin “sulh u salah” medeniyeti olarak adlandırılmasını sağlayacak kadar hem biricik örneklerinden biridir hem de en son ve en sofistike kavramlarının ve kurumlarının üreticisi.
PAX OTTOMANA: OSMANLI “SULH U SALAH” DÜZENİ
“Pax”, Latince’de hem “barış” hem de “düzen” demektir.
Fernand Braudel, Pax Romana’nın da, Pax Americana’nın da savaşa, çatışmaya ve silaha dayanan, “silahlı barış” düzeni olduğunu söylemişti. Barışı, silah zoruyla dayatarak tesis ettikleri için.
Peki, Osmanlı neydi, “Pax Ottomana” ne anlama geliyordu?
“Pax Ottomana” “Sulh Düzeni” demekti. Osmanlı dünyada sulhü, sükûnu ve düzeni, esas itibariyle silah gücüyle değil, fikrinin gücüyle tesis etmeyi başarmıştı.
Buradan iki dünya için de temel-koyucu ilkeleri çıkarabiliriz: Batı uygarlığı, çatışma›ya dayalı bir uygarlıktı. O yüzden kendi içinde de, dışında da gerçekleştirdiği bütün ilişkiler, eninde sonunda hem şiddetle hallediliyordu hem de şiddetle sonuçlanıyordu.
Oysa Osmanlı medeniyeti, sulhe dayalı bir medeniyetti; adalet, merhamet, hak-hukuk-hakkaniyet medeniyeti. O yüzden elbette ki kanlı çatışmalar da oluyordu ama içerideki, dışarıdaki ilişki ve iletişim biçimleri temelde hikmetle, suhûletle, kardeşlikle halloluyor, hal yoluna konuyordu.
Sözün özü: Osmanlı; sulhün, salah’ın ve ıslah›ın adresiydi: Dünya devletler muvazenesinde ve bütün dünya ölçeğinde sulhün; Müslümanca yaşama zeminini, Müslüman habitus’unu inşa etmeyi başardığı için hidayetin; her tür sapma durumunda, savrulmaların ve yok oluşların önüne set çekecek ıslah çabalarının adı ve adresi.
BATI TARİHİ, EMPERYALİZMİN VE KOLONYALİZMİN TARİHİDİR
Batı tarihi, emperyalizmin ve kolonyalizmin tarihidir. Biraz önce de dikkat çektiğim üzere, Batı uygarlığında, her seviyede, “hâkimiyet kurma” kavramı ve kavgası hükmünü icra ediyordu: Dünya üzerinde hâkimiyet kurma; Tanrı’yı izafileştirerek “Tanrı üzerinde hâkimiyet kurma”; insan üzerinde hâkimiyet kurma; tabiat üzerinde hâkimiyet kurma; ulusların, sınıfların, cinslerin birbirleri üzerinde hâkimiyet kurma kaygıları, kavgaları ve savaşları…
Oysa bizim tarihimiz, hakikatin izini sürme kaygısıyla yaşadığımız ve yaptığımız bir tarihti’r: Her alanda, her seviyede, her yerde, herkes için hakikatin izini sürme, başlıca varoluş şartı.
Özetle… Emperyalistlerin tarihi, şiddetin ve tecavüzün tarihidir. Katliamların ve soykırımların.
Osmanlı’nın tarihiyse, adaletin, merhametin ve kardeşliğin tarihi. Küresel barışın, sükûnetin ve ruh dinginliğinin…
Dünya tarihinde gerçek anlamda dünyaya düzen armağan eden, dünya düzenini tesis eden biziz: Osmanlı medeniyeti üç kıtaya hükmetmedi, dünyaya hükmetti; dünya üç kıtadan ibaretti, o yüzden Osmanlı dünya demekti; ama emperyalizm tecrübesi de, kolonyalizm tecrübesi de üretmedi aslâ.
Osmanlı’nın durdurulması ve tarihten uzaklaştırılmasıyla oluşan boşluk doldurulamadı henüz.
Türkiye, yönünü bulacak ve yörüngesine kavuşabilecek uzun soluklu bir yol haritası çıkarabilirse, Osmanlı’nın çekilmesiyle oluşan boşluğu biz doldurabiliriz yeniden ve tarihin akışını şekillendiren bir aktör konumuna yükselebiliriz inşallah. Bu yol haritasının parametreleri neler olabilir, bunu sonraki yazılarda tartışacağım.
Vesselâm.
Facebook Yorum
Yorum Yazın